![yazar](https://www.damgagazetesi.com/uploads/users/avatar-1733332796.jpg)
Hayatlarımızı cebe sığdırdık
![Hayatlarımızı cebe sığdırdık](https://www.damgagazetesi.com/cropImages/760x/uploads/makaleler/2025/1/620-hayatlarimizi-cebe-sigdirdik.jpg)
Bir zamanlar geniş avlularımız vardı. Şimdi dar ekranlarımız var.
Bir avlu düşünün. Ortasında bir su kuyusu, kenarlarında dalları meyveyle dolup taşan incir, nar, ayva, erik, dut, kiraz ağaçları. Bahçesinde taze üzüm sarkan asmalar, kümeste mutlu mutlu dolanan tavuklar ve civcivler… Bir zenginlikti bu manzara. Para pul değil, bu bereketin verdiği huzurdu asıl zenginlik. Komşularınız vardı; sizi sizden iyi bilen, kapınızı çalmadan giren dostlar. Çocuklar vardı, sokaklarda misket oynayan, saklambaçta saklanırken kahkahalarla yakalanan, kimin evinde acıkırsa orada karnını doyuran…
Seksenli yıllarda komşuluk bir başkaydı. Sabah çayı, sadece çay içmek için değil, hayatın dertlerini paylaşmak, kahkahalara karışan muhabbetlerle günü şenlendirmek içindi. Kapı önünden “Bir çay koy, geliyorum!” diyen Sebile yenge, gelirken de yanında kendi yaptığı kurabiyeleri getirirdi. Çayın bitmesine asla izin verilmez, demlik sürekli kaynar, laf lafı açar, işler de bir türlü başlanamazdı. Ama ne işin telaşı vardı, ne de o muhabbeti bırakıp kalkmaya gönül razı olurdu.
Makbule yenge, muhabbetin en koyu yerinde çıkagelirdi. Elinde iğne ve iplikle, “Geçirin şunu iğneye kızlar, benim gözüm görmüyor,” derdi. O zamanlar inanmazdık, hatta hafifçe gülümseyip “Abartıyor herhalde,” diye düşünürdük. Şimdi anlıyorum ki Makbule yenge ne kadar da haklıymış! Çünkü benim de gözlerim yakını görmüyor artık. Şimdi o anları hatırladıkça, hem gözlerimdeki bulanıklığa hem de içimdeki özleme dokunuyor Makbule yengenin sözleri. Ah, gençlikte anlamadığımız o küçük detaylar, yıllar geçtikçe hayatın en büyük gerçeklerine dönüşüyor.
Akşam olup soba yakıldığında, Sabbek yenge sobanın arkasındaki minderine otururdu. Bütün günün yorgunluğu, haber saati sohbetleriyle kaybolurdu. Evin gençleri sabırsızlıkla dizi saatini beklese de Sabbek yengenin haber yorumlarına karışan hatıraları, o akşamın asıl hikâyesiydi. Rahmetli babasından şehit maaşı alan Sabbek yenge her gece bir odalı minicik evinden maaşına zam var mı, yok mu? ikramiyeler ne zaman verilecek? diye haberleri izlemek için bize gelirdi.
Bir yemeğin eksik malzemesi hiç dert değildi. Salça mı bitti? Mürvet yenge hemen bizim kapımızı çalar, “İki kaşık salça veriver, Allah razı olsun!” derdi. O salça, sadece yemeği değil, komşuluk bağlarını da tatlandırırdı. Ocak kısılırdı ama muhabbet ateşi harlanırdı.
Kapılar kilitsizdi, çünkü gönüller kilitsizdi. Kimse “Habersiz geldiler.” demez, aksine çat kapı gelen misafire kahve yapılır, sobanın başında hoşbeş edilirdi. Çocuklar bir evden diğerine koşar, akşam ezanında anneleri kapıdan seslenirdi: “Hadi artık eve gel!”
Komşuluk, sadece yan yana oturan insanlar olmak değildi. Komşu, annenin yerini tutan, derdine ortak olan, sevincine sevinen, hastalığında ilk koşandı. O günlerde paylaşmak, sevmek, destek olmak vardı.
O günlerin sevgisi, samimiyeti, kapılar arasındaki mesafeyi yok etmişti. Şimdi kilitler ardına saklanan evlerimize baktığımızda, o sıcacık komşuluk günlerini özlemez miyiz? Ah, o sobanın çıtırtısına karışan kahkahaları, iki kaşık salçayla kaynayan dostluk tencerelerini, kapı eşiğinde edilen hoş sohbetleri kim özlemez ki?
Her şey bu kadar basitti. Sabah evden çıkardık, gece isminiz bir çığlıkla yankılanana kadar oyun peşinde koştururduk. “Niye duymadın?” diye hafif bir fırça, o kadar. Başka bir dert yoktu. Çocuk olmak özgürlüktü, çünkü çocuklar dışarıdaydı, hayatı dolu dolu yaşıyorlardı.
Zamanla avlulardaki ağaçlar birer birer azaldı. Meyve kokusunun yerini egzoz, kuş cıvıltısının yerini telefon bildirimleri aldı. Kuşların özgürlüğüyle dolu çocukluklar, dijital kafeslere kapandı. O büyük hayatlarımız şimdi küçücük bir ekrana sıkıştı.
Çocuklar nerede oynuyor?
Şimdiki çocukların “oyun” dediği şey, ekrandan gözlerini ayırmadan yaptıkları birer hareketten ibaret. Sokak yok, komşu yok, dostlar yok. Herkes ekranlarda kaybolmuş durumda. Yanyana oturduğumuz insanın gözlerine bakmadan saatler geçiriyoruz. Ellerimizde telefon, yüzümüzde ekran ışığı… Ve buna “güvenli bir yaşam” diyoruz.
Ama bu güvenin bedeli ne? Çocuklarımızın özgürlüğünü kaybettik. Komşuluklarımızı, mahalle kültürümüzü, insan sıcaklığını feda ettik. Paylaşmanın, birlikte yaşamanın, sohbet etmenin anlamını unuttuk. Birbirimize dokunmayı, aynı sofrada doymayı, oyun oynamayı bıraktık.
Bu bir yoksulluk. Evet, aç değiliz, hatta modern dünyanın nimetleriyle çevriliyiz. Ama bu nimetlerin karşılığında hayatlarımızı küçülttük. O koca avluları, devasa ağaçları, gülen yüzleri küçücük bir ekrana sığdırdık. Ve ne yazık ki bu yoksulluğun farkında bile değiliz.
Çocuklarımız adına en büyük kayıp bu. Onların adına verdiğimiz kararlarla, özgürlüklerini teknolojiyle takas ettik. Halbuki çocukların ağaçlara tırmanmaya, kiraz toplamaya, toz toprak içinde oyunlar oynamaya, düşmeye ve kalkmaya ihtiyaçları vardı.
Bu fakirliğin tarifi yok. Ama çözümü var: Geçmişimize dönüp bakmak. Ekranı biraz kenara koyup çocuklarımıza gerçek bir çocukluk vermek. Belki de yeniden o eski avluların, eski komşulukların, eski oyunların peşine düşmek…
Haydi, şimdi o küçücük ekrandan başımızı kaldırıp gerçek hayata dönelim. Çünkü çocuklarımız için hâlâ bir umut var.