
Özel mülkiyet: Eşitsizliğin kaynağı mı adaletin teminatı mı?

Pierre-Joseph Proudhon’un "Mülkiyet hırsızlıktır!" sözleri, toplumsal eşitsizliği mülkiyet kavramı üzerinden okuyan en çarpıcı ifadelerden biridir. Proudhon’a göre özel mülkiyet, toplumda dengesiz bir servet birikimine ve emeğin gasp edilmesine yol açan bir mekanizmadır. Ancak bu bakış açısı yalnızca Proudhon’a ait değildir; Karl Marx ve Friedrich Engels gibi düşünürler de özel mülkiyeti, sınıf ayrımlarının ve toplumsal eşitsizliğin temel sebebi olarak görmüştür. Öte yandan, mülkiyetin bireylerin emeğinin karşılığı olarak görülmesi gerektiğini savunan liberal ekonomistler ve sosyologlar, özel mülkiyetin bireysel özgürlük ve refah için vazgeçilmez olduğunu ileri sürmektedirler.
Karl Marx ve Friedrich Engels’e göre özel mülkiyet, üretim araçlarını elinde bulunduran burjuvazinin proletarya üzerindeki sömürüsünün temel dayanağıdır. Komünist Manifesto’da Marx ve Engels, kapitalist sistemin özel mülkiyet yoluyla işçilerin artı-değerine el koyduğunu ve bunun sınıf çatışmalarına neden olduğunu ileri sürerler. Marx’a göre, özel mülkiyet yalnızca bir sonuçtur; asıl mesele üretim ilişkileri ve bu ilişkilerin doğurduğu sömürü düzenidir. Dolayısıyla Marx, özel mülkiyetin ortadan kalkmasıyla birlikte sınıf ayrımlarının da sona ereceğini savunur.
Proudhon ise Marx’tan farklı olarak özel mülkiyeti tamamen ortadan kaldırmayı değil, onu kolektif bir biçime dönüştürmeyi savunur. Proudhon’un "karşılıklılık" ilkesine dayalı olarak geliştirdiği mutualizm teorisi, özel mülkiyetin yerini ortaklaşa kullanımın almasını ve böylece emeğin adil biçimde paylaşılmasını öngörür.
Özel mülkiyetin toplumsal eşitsizlik oluşturduğunu düşünen sosyalist ve anarşist düşünürlerin aksine, liberal ekonomi ve klasik sosyoloji, mülkiyeti bireysel emeğin karşılığı olarak değerlendirir. Max Weber’e göre kapitalizm, Protestan ahlakı ile şekillenmiş ve özel mülkiyetin meşruiyetini bu etik değerlerden almıştır. Weber, özel mülkiyetin rasyonel bir ekonomik düzenin temeli olduğunu ve bireyin emeğinin karşılığı olarak görüldüğünü savunur.
John Locke da özel mülkiyeti doğal haklardan biri olarak tanımlayarak, bireyin emeğiyle edindiği mülkün dokunulmaz olması gerektiğini öne sürer. Locke’a göre bireylerin emeği, onlara ait bir hak oluşturur ve bu hak olmadan ekonomik kalkınma ve refah mümkün değildir.
Türkiye’de özel mülkiyet ve toplumsal eşitsizlik arasındaki ilişki, hem tarihsel süreç hem de günümüz ekonomik dinamikleri açısından oldukça karmaşıktır. Türkiye, hem kapitalist serbest piyasa ekonomisinin etkilerini hem de devlet müdahaleciliğini deneyimleyen bir ülke olmuştur. Ancak, gelir dağılımındaki dengesizlik, büyük sermaye sahipleri ile alt ve orta sınıflar arasındaki uçurumun giderek derinleştiğini göstermektedir.
Son yıllarda özellikle konut ve arsa sahipliği üzerinden şekillenen özel mülkiyet rejimi, Türkiye’deki eşitsizliğin temel göstergelerinden biri haline gelmiştir. Büyük şehirlerde yükselen konut fiyatları ve kira krizleri, emekçilerin barınma hakkına erişimini zorlaştırırken, inşaat sektörünün büyük sermaye gruplarına devasa kârlar sağladığı görülmektedir. Tıpkı Marx’ın öngördüğü gibi, üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, mülksüz kesim üzerinde büyük bir ekonomik baskı oluşturmaktadır.
Tarım arazilerinin ve doğal kaynakların büyük şirketler tarafından tekelleştirilmesi de Türkiye’deki özel mülkiyet sisteminin adaletsizlik üreten bir yönü olarak dikkat çekmektedir. Küçük çiftçilerin büyük şirketler karşısında rekabet edememesi, kırsal kesimde yoksulluğun artmasına yol açarken, büyük ölçekli sermaye sahiplerinin doğal kaynakları kontrol etmesi, ekonomik eşitsizliği daha da derinleştirmektedir.
Öte yandan, Türkiye’de özel mülkiyetin bireysel özgürlük ve ekonomik büyüme açısından kritik olduğu da göz ardı edilemez. Devletin geniş mülkiyet haklarını tanıması ve bireylere yatırım yapma özgürlüğü sunması, ekonomik dinamizmi destekleyen unsurlar arasında yer almaktadır. Ancak, özel mülkiyetin adil bir şekilde dağıtılmadığı ve sermaye birikiminin belirli grupların elinde yoğunlaştığı bir sistemde, bu mülkiyet hakkı toplumun büyük kesimi için bir ayrıcalık olmaktan öteye gidememektedir.
Özel mülkiyetin toplumsal eşitsizliği artırdığı bir gerçektir; ancak bu, onun tamamen adaletsiz bir sistem olduğu anlamına gelir mi? Sosyalist ve anarşist düşünürler özel mülkiyetin sömürüye yol açtığını belirtirken, liberal düşünürler bunun bireysel özgürlüğün temeli olduğunu savunmaktadır.
Türkiye örneği, özel mülkiyetin düzenlenmediği takdirde toplumsal dengesizlikleri artırabileceğini açıkça göstermektedir. Büyük sermaye gruplarının piyasaya hâkim olduğu, gelir dağılımının adaletsiz olduğu bir düzende, özel mülkiyetin eşitlik sağlayıcı bir işlevi olması zorlaşmaktadır. Ancak, kamucu politikalar ve sosyal adalet mekanizmalarıyla desteklenen bir özel mülkiyet düzeni, hem bireysel emeğin karşılığını koruyabilir hem de toplumsal eşitsizliği azaltabilir.
Sonuç olarak, özel mülkiyet tek başına ne mutlak bir adalet aracıdır ne de tüm eşitsizliklerin kaynağıdır. Mesele, onun nasıl düzenlendiği, kimler için fırsatlar sunduğu ve devletin bu süreçte nasıl bir denge unsuru olduğudur. Türkiye’de mülkiyetin yeniden dağıtımını ve denetimini güçlendirecek politikalar geliştirildiği takdirde, özel mülkiyetin sadece belirli bir sınıfın değil, toplumun geneli için adaletli bir mekanizma haline gelmesi mümkündür.