Gerçeklerden Haberdar Olun
İstanbul
Parçalı bulutlu
10°
Ara

Servet, mülkiyet ve insani değerlerin çöküşü

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Servet, mülkiyet ve insani değerlerin çöküşü

Jean-Jacques Rousseau, modern toplumun eşitsizliklerinin kökenine dair çarpıcı bir tespit yapmıştır: “İlk insan bir toprağı çitleyip ‘Bu bana ait’ dediğinde ve ona inanacak kadar saf insanlar bulunduğunda, medeniyetin temelleri atıldı.” Bu söz, insanlık tarihinde mülkiyetin oluşturulmasının, eşitsizliğin ilk ve en büyük adımı olduğunu gözler önüne seriyor. Rousseau’nun savunduğu gibi, mülkiyet kavramı sadece ekonomik eşitsizliklerin değil, insani değerlerin ve erdemlerin erozyona uğramasının da başlangıcıdır. 

Modern dünyada mülkiyet ve servet, toplumsal statünün, gücün ve hatta insanlık değerinin bir ölçütü haline gelmiştir. Mülkiyet, bir yandan insanın kendini güvende hissetme ihtiyacını karşılarken, diğer yandan toplumsal sınıfları keskinleştiren bir silah haline gelmiştir. Yoksulluk sorunu da bu bağlamda yalnızca bir ekonomik mesele değil, aynı zamanda ahlaki ve insani bir krizi temsil etmektedir. 

Rousseau’nun fikirleri, Karl Marx’ın mülkiyetin toplumsal eşitsizlikleri nasıl meydana getirdiği ve sürdürdüğünü anlatan teorisiyle paralellik gösterir. Marx’a göre, kapitalist sistemde üretim araçlarının mülkiyeti, bir avuç insanın elinde yoğunlaşarak toplumu ezen sınıfsal farklara yol açar. Bu sistem, emeğin değersizleşmesine ve yoksulluğun kalıcı hale gelmesine neden olur. Günümüzde ise neoliberal politikalar, bu eşitsizlikleri daha da derinleştirerek bireylerin mülkiyet ve servet üzerinden değerlendirilmesine yol açmıştır. 

Pierre Bourdieu ise toplumsal eşitsizlikleri açıklarken “kültürel sermaye” kavramını öne sürmüştür. Ona göre, servet yalnızca maddi değil, aynı zamanda eğitim, dil ve kültürel birikim gibi alanlarda da kendini gösterir. Yoksul bireyler bu sermaye eksikliği nedeniyle toplumsal hayatta dışlanırken, mülkiyete dayalı sistemler bu dışlanmayı normalleştirir. 

Modern toplum, mülkiyetin kutsandığı bir düzen içinde insani değerleri yitirmiştir. Komşuluk, yardımlaşma, paylaşma gibi değerler, bireysel servet arzusu ve rekabet karşısında eriyip gitmektedir. Toplumdaki yoksulluk, yalnızca bireylerin ekonomik güvencesizliği değil, aynı zamanda insani dayanışma ruhunun kayboluşudur. Hannah Arendt’in söylediği gibi, insanlar artık yalnızca “üretici” ve “tüketici” olarak tanımlanır hale gelmiştir. 

Bu anlayış, yoksulluğu bireysel bir başarısızlık olarak görüp toplumsal bir sorun olarak ele almaktan kaçınır. Oysa yoksulluk, bireylerin değil, sistemin oluşturduğu bir sonuçtur. Rousseau’nun da işaret ettiği gibi, servet ve mülkiyet üzerine inşa edilen sistemler, eşitsizliklerin yalnızca bir sonucu değil, aynı zamanda sürdürücüsüdür. 

Günümüzde yoksullukla mücadelede insani değerlerin yeniden inşası şarttır. Bunun yolu, mülkiyet ve servet temelinde şekillenen toplumsal algıyı dönüştürmekten geçer. Amartya Sen’in geliştirdiği “yetkinlik yaklaşımı”, insanları yalnızca ekonomik durumlarıyla değil, yaşam kaliteleriyle değerlendirmeyi önerir. Bu anlayış, bireylerin insanca yaşama hakkını öne çıkararak, toplumsal politikaların merkezine dayanışmayı koyar. 

Sonuç olarak, modern dünyada insani değerlerin ve erdemlerin yok oluşunun temel nedeni, servet ve mülkiyete olan saplantıdır. Rousseau’nun yüzyıllar önce ifade ettiği gibi, eşitsizliğin kaynağı mülkiyet sistemine dayanmaktadır. Bu sorunu çözmek için insani değerlere dayalı bir toplumsal düzeni yeniden inşa etmek ve bireyler arasındaki eşitliği sağlamak hayati bir gerekliliktir. İnsanı, servetin ve mülkiyetin kölesi olmaktan kurtarıp yeniden insan yapacak bir dönüşüme hepimizin ihtiyacı var.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *